30 Aralık 2010 Perşembe

Rusya'da yılın "Jeans" Markası.










Marka danışmanlığını yaptığım Colin's, Moskova'da yapılan PROfashion Awards'ta en iyi jean markası ödülünü aldı. Colin's, Aralık ayında Moskova'da yapılan PROfashion Awards'ta, "En İyi Jeans monobrendi" ödülü kazandı.24 kategoride 200 şirketin katılımıyla gerçekleşen değerlendirmede, marka bilinirliği, bütünlük ve çizgi, kalite, inovasyon ve teknoloji, görsel sergileme ve markanın Rusya'daki tanıtımları gibi kriterler dikkate alındı ve jüri üyeleri Colin's'in programını standartların üzerine yerleştirdi. Çarpıcı bir global vizyona sahip olan COLIN'S'te Rusya genelinde 170 mağazaya ulaştık ve 2011 hedefimiz 30 yeni mağaza daha açmak.




Fotoşop değildir:)

29 Aralık 2010 Çarşamba

Kurumsal gecede cinayet!


















Gazeteci başlığı olduğunun farkındayım. Ama marka danışmanlığını yaptığım Vatan Bilgisayar'ın 5. İş Ortakları Gecesi,Agatha Christie'nin 411 no.lu odasında kaldığı Pera Palas'ta yapılınca, cinayet romanı ustası büyük yazarı anmadan geçemezdik.

28 Aralık Salı akşamı verilen davette, Agatha Christie'nin Istanbul'u yakından ilgilendiren "Doğu Ekspresi'nde Cinayet" romanından esinlenerek Vatan Bilgisayar çalışanlarının oynadığı cinayet sahnesinden ipuçları verildi veChristie'nin romanının adı soruldu.

Gecenin sunuculuğunu yapan Vatan Şaşmaz'ın sorusuyla cevaplar SMS olarak alındı ve bir İş Ortağı Agatha Christie'nin kaldığı 411 no.lu odada çift kişilik konaklama kazandı.

500'e yakın konuğun gözleri önünde sahnelenen oyun, her işte olduğu gibi kurumsal davetlerin de "deneyim" ile zenginleştirilmesine güzel bir örnekti. Üstelik bu sahneyi Vatan Bilgisayar çalışanlarının sahnelemesi ayrı bir deneyim ve güzellikti.

Bir marka inşa teorisi, "marka, çalışanların performansı ve sosyal paydaşların tepkisinin toplamıdır" der. Vatan Bilgisayar'ın her yıl sonunda düzenli gerçekleştirdiği İş Ortakları Gecesi de, Vatan Bilgisayar tedarikçileri ve çalışanlarından oluşan iki büyük paydaşın yan yana gelmesine tanık olan bir organizasyon. Genel Müdür Sayın Hasan Vatan'ın da rakamlarla ortaya koyduğu gibi, Vatan Bilgisayar bu yılı oldukça yüksek bir büyüme oranı ve pek çok kategoride liderlikle tamamladı. Bu başarıda bu iki paydaş da büyük paya sahip.

Onların keyif aldığı bu gece, bende 2011'de daha büyük başarılarının müjdecisi hissini yarattı:)
























26 Aralık 2010 Pazar

Sosyal medya, sosyal paralel evrenler ve antiütopya markaları.













(Bu şikayet değil; sadece durum belirten bir yazıdır.)

Geleceğin toplumunun özgürlükçü bir toplum olduğunu düşünenleri fazlasıyla iyimser bulurum. Çünkü gelecek fazlasıyla antiütopiktir.

Antiütopya kavramını ilk kez John Stuart Mill kullandı. Yunanca adı Distopya... Özetle, gelecekte yaşayacak toplum da gayet distopik bir toplum olacak. Yani otoriter - totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında yaşayacak torunlarımız.

Antiütopya adından da anlaşıldığı gibi kötü bir yer. Bu yerin ne kadar kötü olduğunu anlamak için önce Yevgeni Zamyatin'in "Biz" adlı eserini, ardından da Aldous Huxley'in "Cesur Yeni Dünya"sını okumak yeterlidir. Insanların alfa, gama gibi türlerle tanımlandığı, sevişme ve çocuk yapmanın kontrol altında olduğu, mutluluğun "soma" gibi uyuşturucularla sağlandığı, Ford ya da Integral gibi büyük izleyicilerin (çoğunluğun bildiği 1984 ve Büyük Birader'dir) insan ırkını ve robotları kontrol ettiği bir dünyadır antiütopya.

Çoğu antiüyopya eserinde (Hayvan Çiftliği gibi organik olanlar hariç:) dünya vatandaşlarının merkezi kontrolü bilgisayarlar tarafından yapılır. Bu durum antiütopya romanlarında kabaca böyle hayal edilmiştir. Bugün gelinen durum ise John Stuart Mill'i de, Yevgeni Zamyatin'i de, Aldous Huxley'i de, yaşasalardı şaşkına çevirecek niteliktedir.

Sosyal medyalar daha şimdiden birer antiütopya ülkesi haline gelmiş durumdadır. Farklı mekanlarda farklı yaşam biçimleri olan insanlar buralarda tek bir bir anlayışta hareket diyorlar. Örneğin Facebook, kendi temel marka vaadi ile milyara yaklaşan sayıda insana, "ben böyle hareket edilen bir ülkeyim" diyor. Twitter da kendi tarzını kendi türlerine yansıtıyor. Aslında bugün sosyal medyalar, sosyal paralel evrenlerden başka bir şey değil. Yeni insan türü Fringe'de olduğu gibi farklı paralel evrenlerde yaşamaya başladı. Bu paralel evrenlerin her biri birer sosyal medya.

Gelecekte markaların işi hem kolay hem zor; çünkü giderek pek çok dijital paralel evrenin olduğu antiütopik bir dünyanın içinde yaşayacak ve savaşacaklar. Bugüne kadar toplumun sosyal türlerini markalar belirledi. Bundan sonra türlerin belirleyici dijital evren ve onun baş oyuncusu sosyal medyalar olacak. Gelecekte markalara düşen başlıca görev, antiütopya evreninde baş gösteren binlerce markanın içinden sıyrılarak, sosyal paralel evrenin içinde yaşayan türleri kendilerine çekebilmek. Gelecekte hedef kitle falan yok. Gelecekte sosyal paralel evrenlerde yaşayanlar var. Bir diğer deyişle, dünya nüfusunun sosyal paralel evren sayısıyla çarpımı söz konusu. Bu da markalara iyi haber.

Markalar şu anda dibinde boza kalmış bardağı ters çevirip baktıkları gibi bakıyorlar sosyal medyaya. Sosyal medya da bardağın dibindeki boza gibi yavaş yavaş akıyor. Ancak bardağın ucuna az kaldı. Çok değil, birkaç yıl sonra dipteki bozanın akışkanlığı artacak.

Umarım boğulmayız:)








25 Aralık 2010 Cumartesi

Caillou, Y kuşağının da, Z kuşağının da derdine derman oluyor.

Caillou (Kayu) çocukların, özellikle de 2-6 yaş arasındaki çocukların TV'de, DVD oynatıcıda bayılarak izlediği bir karakter. Bugüne dek bu yaşta çocuk sahibi olup da Caillou'yu tanımayan ve sevmeyen aile görmedim.

Ben X kuşağıyım. Biz pek öyle oyuncak ya da çizgi film karakteri falan göremedik. Çocukluğumuzda TV yoktu ki, çizgi film olsun. Sadece "Pilli Bebek"e ucundan yetiştik ama yaş haddinden ilgi gösteremedik muhtereme. Çocukluk çağında Sezgin Burak'ın Tarkan'ı vardı; ona özenirdik ama öyle Tarkan t-shirt'ü, şapkası, battaniyesi falan yoktu. Caillou'nun var!

Ben bugün, hemen hemen her gelir grubundan ailenin "Evlat Kontenjanı"ndan Caillou'yu sevdiğini düşünüyorum. Caillou'yu hem ailelerin hem de çocukların sevgilisi yapan neden, yine o bu sayfalarda defalarca bahsettiğimiz, markaların temel vaadlerinin dayanması gereken içgörü meselesidir.

Caillou hem ailelerin hem de çocukların içgörüsüne aynı anda hitap etmektedir.
Öncelikle ailelere bakalım. Caillou'nun hedef kitlesi olan çocuklar, 2003 yılından sonra doğmaya başlayan Z kuşağı"na aittirler. Anne ve babaları da tüm dünyada 80 sonrası doğan "Y kuşağı"dır. Y kuşağı, kendi babaları olan Baby Boomer'lar (1945 sonrası doğanlar) ve büyükleri olan X kuşağından (60'larda doğanlar) aldıkları değerleri içten içe benimsemekte; ancak bu değerleri kendi çocuklarına (Z'ler) nasıl aktaracaklarını bilememektedir. İşte Calliou tam bu noktada devreye girmekte ve evrensel aile değerlerini, gayet net anlatımlarla birer birer çocuklara aktarmaktadır.

Elbette sadece anne ve babaların sevmesiyle olmuyor. Caillou'yu çocuklar da çok seviyor. Çünkü Caillou gayet basit. Çizgileri basit, dünyayı basit anlatıyor, dil motifleri basit ve anlaşılır. Üstelik de kel ve farklı. Özetle çocuklar Caillou'ya bayılıyor.

Öyleyse şu soruyu sorabilir miyiz? Caillou bir marka mıdır?

Bence cevabı net. Evet, Caillou bir markadır. Üstelik 2-6 yaş arasındaki çocukların ve hatta onların ailelerinin lovemark'ıdır. Üstelik bu aileler çok farklı SES gruplarına ve hayat görüşlerine sahip ailelerdir.

"Hedef kitle diye bir şey var" diyenlere, saygı ile duyurulur.


BMW: Marka. Söylem. Deneyim.

GSD&M Idea City / USA reklam ajansı BMW için hazırlamış. Gerçekten muhteşem. Film Antalya'dan başlıyor. Bu yönü ile de bizim için ilgi çekici. Filmin adı "Unscripted", yani herhangi bir senaryoya, hazırlığa bağlı olmayan... Doğaçlama.

Öyküsü muhteşem. Bayan Tiffany Coates yolculuğuna Antalya'dan başlıyor. Filmin başındaki sözlerin ön yargıları kıran, rutinlere karşı çıkan bir duruşu var: "İnsanlar yolların tehlikelerle dolu olduğunu söyler ama bence insanların % 99.9'u son derece naziktir. Tıpkı senin ve benim gibi."

Bu sözler aslında markanın var oluş sebebiyle ilgili ipuçları veriyor izleyene.

Markanın mimarisinde yer alan "Mavi ve Beyaz"ın zekice işlendiği bir zeminde yürüyor film. Tiffany Coates"İnsanlar mavi ve beyaz renkleri tanıyorlar; harfleri Be-Em-Ve ya da Bi-Em-DoubleU diye okuyorlar" diyor.

Öte yandan, marka ile özdeşleşen "Ultimate" ifadesi son derece yerinde kullanılıyor filmde.

Tiffany Coates'u Türkiye'nin ardından İran, Pakistan, Hindistan, Avustralya, Güney Afrika ve Güney Amerika gibi dünyanın pek çok yerinde görüyoruz.

"Ben Tiffany Coates. Hiçbir yerdenim."diye biten sözler ise, markanın yaşattığı global deneyimi söylemle buluşturuyor.

Nefis bir kurgu. Nefis görseller. Nefis müzikler.

Filmi izlemek isteyenler için link:

http://adsoftheworld.com/media/online/bmw_unscripted_tiffany








23 Aralık 2010 Perşembe

Komünist CRM!

CRM markalara ne katar?

Bunu cevaplamak için tek soru sormak yeterlidir. CRM disiplini olan markanın tüm çalışanlar tarafından benimsenmiş bir iş teorisi var mıdır, yok mudur?

Maalesef çoğunun yoktur. Bunu anlamak için uzman olmak gerekmiyor. Uzmanının bloguna bakarsınız (www.ugurozmen.com) kamera şakası gibi vakalar görürsünüz. Bu kadar vakanın olduğu bir pazarlama havzasında CRM adına yaşananlar da, sadece CRM'in ceremesini çektirir bu markalara.

Uğur Özmen'in blogunu hem CRM görgümü arttırmak, hem de kendisini şahsen tanıdığım için keyiflenmek için sıklıkla okurum ve Uğur Abi'nin anlattıklarına bazen "gerçekten böyle bir şey olmuş mudur?" diye şaşarım.

Olmaz mı? Geçenlerde benim başıma kralı geldi:

Kasım'da bayram tatili nedeniyle yurt dışındaydım ve dönüşte 10 günlük tatilin verdiği rehavetle kredi kartı ekstremi ödemeyi unutmuşum. Bana en yoğun anlarımda ulaşıp hiç ihtiyacım yokken kredi satmaya çalışan sevgili bankam, sadece bir e-mail atıp, o emaili de ben görmeyince, kapatıvermiş kartımı. "Bu adam 12 yıldır iyi müşterimiz ve ilk kez olmuş böyle bir şey, vardır bir hikmeti" diyerek cep telefonundan arama zahmetinde bulunmadan kapatmışlar kartımı. Ardından, kredi kartımdan taksitlendirdiğim register.com, networksolutions gibi internet servislerim ve sigortalarım geçici olarak zarar gördü. Doğal olarak hepsini çözmek için ekstra bir efor sarf etmek, sevgili bankamla dakikalarca konuşmak ve o muhteşem hukuki (!) ses tonunu duymak zorunda kaldım.

Şimdi düşünün: 12 yılda tek olumsuz vukuatınız yokken ve neredeyse harcamalarınızın % 60'ını bu kartla yaparken telefonda duyduğunuz buz gibi bir ses sizi ne kadar rahatsız eder?

"Efendim email gönderdik. efendim minimum tutarı ödemeyen herkese uyguladığımız prosedür budur. Maalesef... Maalesef... Maalesef..."

Herkese uyguladığımız prosedür budur, ne demek? Hangi CRM mantığı tüm müşterileri eşitleyebilir. Bir banka 12 yıldır kaya gibi müşteri olmuş birini, nasıl olur da, risk grubundaki müşterileri ile bir tutar?

Tabii ki, sorunu öğrendikten hemen sonra çözdüm. Ama aradan geçen zaman içinde 3. partiler hizmeti kesince ciddi zarar gördüm. Bunu da her müşteri gibi bir köşeye yazdım.

Ey, tüm müşterilerini eşit gören Komünist CRM!

Bu mantıkla, markalar senin ceremeni daha çok çeker.




20 Aralık 2010 Pazartesi

Tarihin sonunda markalaşma

Markalaşmanın önemi yirminci yüzyılın son çeyreğinde büyük bir hızla arttı. Marka yönetimi, konumlandırma ve entegre iletişim gibi kavramlar tüm profesyonellerin klavuzu oldu. Ancak bugün sormamız gereken soru şudur: Kimilerinin bilgi ötesi çağ, kimilerinin kapitalist ötesi toplum, kimilerinin tarihin sonu olarak adlandırdığı bu dönemde, markalaşmanın ana eksenleri nelerdir?

Şüphesiz, tarihin en önemli dönemeçlerinden birindeyiz. Fukuyama’nın tanımıyla 60’larda başlayan “Büyük Çözülme”nin sonuçları artık alınmaya başlanmıştır. Bugün karşımızda herkesin her şeyi hayal edebilme ve hatta ona dokunabilme şansının olduğu yepyeni bir dünya var.

Markalaşma adına pek çok şey söylendi ve söyleniyor. Ancak bilgi, teori ve formül çöplüğünün yaşandığı bugünün dünyasında, markalaşmayla ilgili düşünürken meseleyi bütünüyle sadeleştirmek gerektiği açıktır. Bu sadeleştirmeyle, bugün markalaşmanın dayandığı dört ana eksen olduğunu düşünüyorum.

Bu eksenlerden birincisi insandır. Bugünün marka yöneticileri maliyet-fayda düzleminde yaşayan, tam anlamıyla bir homoekonomikus ile karşı karşıyadır. Bu aynı zamanda tipik bir arzu insanı olup, daha iyi, daha çok ve daha kaliteliyi birlikte istemektedir. Üstelik tüketici zekası ve bilgiye ulaşma olanakları yirminci yüzyıl tüketicisine göre çok daha yüksektir. Bu insan, Y (1977-1994 arasında doğanlar) ve Milenyum (1994-2003 arasında doğanlar) kuşaklarıdır. 2003 sonrasında doğan Z kuşağı şu an 7 yaşında. 2002 yılında yazdığım "Z son insan mı?"daki Z kuşağı daha yeni yeni sahne alıyor.

İkinci eksen yaratıcılıktır. Yaratıcılık derken, ürün, fiyatlandırma, satış noktası, hizmet ve iletişim gibi pazarlamanın her alanındaki yaratıcılığı anlamamız gerekmektedir. Ancak yaratıcılık bugün markaların cennet ve cehennemi bir arada yaşadıkları bir konudur. Çünkü bir yandan yenilikçi düşüncenin beslendiği platform sayısı hızla artarken, öte yandan dünya çapında bir benzerlik kirliliği de ortaya çıkmaktadır. Üstelik medyadaki mesaj bombardımanı tüketici zihninin fethini zorlaştırmaktadır. Markanın tüketici zihninde özgün bir yere bu kalabalıkta yerleşmesi için kilit kavram “yalın zeka”dır. Yalın ve zeki bir yaratıcılık başarıyı sağlarken, tüketici zekasını küçümseyen basitlikler ve karmaşa uzay çöplüğünde ebedi yerini alacaktır.

Üçüncü eksen medyadır. Teknoloji devriminin beraberinde getirdiği anlayış, son yirmi yılda medyanın parçalanarak büyümesine sebep oldu. Bugün internet ve mobil teknolojilerin izinli ve interaktif bir anlayışla kullanımı hayati önem taşımaktadır. Üstelik teknoloji kullanımı, geçmiş yıllarda olduğundan çok daha farklı olarak, sosyoekonomik derecelendirmelerden bağımsız ve yatay bir yayılıma sahiptir. İnternet ve mobil teknoloji devrimi coğrafya, statü ve hatta yaş gibi engelleri ortadan kaldırarak yeni medya kullanımlarını zenginleştirmiştir.

Dördüncü eksen ise hızdır. Teknolojik devrimin beraberinde getirdiği olanaklar sadece bizim için değil, rekabet için de hızlı hareket etmeyi, hızlı bilmeyi, hızlı bulmayı ve hızlı düşünmeyi beraberinde getirmektedir. Yavaşlığın keyfi bitmiştir, çok sevimli olmasa da hızlı olmak zorundayız.

Özetle, markalaşma adına bugün kendimize sormamız gereken dört ana soru var:

- Arzu insanını maliyet-fayda düzleminde ne kadar mutlu ediyoruz?

- Tüm pazarlama dinamiklerinde ne kadar yaratıcıyız?

- Medyayı ne oranda interaktif olarak kullanıyoruz?

- Ne kadar hızlıyız?

Bu sorulardan en önemlisi şüphesiz ki, markanın çağımızın arzu insanını nasıl tatmin edeceğine yönelik olan birinci sorudur. Fukuyama “Tarihin Sonu ve Son İnsan” adlı kitabında markaların bugün ulaşmak için çaba sarf ettiği son insanı, neredeyse tüm çelişkilerini kaybetmiş, varlığıyla mutlu, tüketim kalıpları içinde kendisine bir yer bulmuş, medya araçlarının önünde eğlenebilen ve hayatı sorgulamayan bir varlık olarak tanımlamaktadır. Sosyolojik çelişkiler gelecekte sorgulanır mı ve tarihsel ilerleme kaydedilir mi, henüz bilmek mümkün değil; ama Fukuyama’nın son insanının bugünün tüketicisi olduğu çok açıktır. Markalaşma adına bu son insanın en büyük bariyeri de “sadakatsizlik” bariyeridir.

Tipik bir arzu insanı olan bu son insanın marka sadakati olmayacağını kabullenip, dinamik bir anlayışla farklı müşteri tabanlarının markalarımızı arzulamasını sağlamaya çalışmak bugünün markalaşma anlayışında hayati öneme sahiptir. Bu nedenle, çağdaş marka yöneticiliğinin iş geliştirme kültürü çok yüksek olmalıdır. Çünkü bugün ve gelecekte markanın değerini yükseltecek olan şey “yeni müşteriler”dir.

19 Aralık 2010 Pazar

Kırmızı Bölge'de beğendiklerim.




















Kırmızı Bölge'de ödül alan işleri anlatan 139. e-broşürle gelen işlerin içinde "Şalgam" işini sevdim. Zaten gazete kampanyalarında Kırmızı Ödülü almış.

Tüketici davranışlarına da, içgöçrülerine de çok oturuyor. Zira atmayı pek severiz (hele rakı masasında), bir de kendi attığımız efsanelere de inanmaya bayılırız.

Bu kampanyada ikisi de var. Tebrikler!


17 Aralık 2010 Cuma

Satış yapıyorsan, markasın!




































Marka Danışmanlığını yaptığım COLIN'S'in Cevahir Mağazasında dün tüm gün satıştaydım. Bu fırsat için Marka Konferans'ının 2. gününü bile feda ettim ve ettiğime de kat be kat değdi. Çünkü satış bambaşka bir şey. Büyük bir haz. Vecd anı gibi bir şey:) Yani tam bir zirve deneyimi.

Mağaza Müdürü Uğur Bey'in verdiği sürekli eğitimin desteğiyle; müşteri karşılama, reyon, ürün, kampanya, kasa bilgisi, müşteri sorunu çözme vb bilgilerle satış için kolları sıvadık.

Ben kendi adıma "yeni şeyler öğrenmek" ve "bildiklerimi tazelemek" olarak kategorize edeceğim iki süreç yaşadım.

Neleri yeni öğrendim?

Bir kere her şeyden önce, mağazada ürünlerin sergileniş biçimini kağıt üstünde bilmenin pek bir faydası olmadığını öğrendim. Sezon başında ya da kampanya döneminde farklı sergileme tekniklerinin nasıl çalıştığını, yakından görme imkanım oldu. Tüketicinin "face out"lara ya da sıralı dizilime nasıl tepki verdiğini canlı canlı yaşadım. Bunu karargahta anlamanın imkanı yok!

Bir diğeri ise, satıcıların davranış şekillerini yakından gözlemlemek oldu. Oturup bir marka için stratejiler geliştiriyorsunuz: Marka Konumlandırması, Temel Marka Vaadi, Marka Özü vs. Ancak olay, nihayetinde mağazada müşteri ve satıcı arasında geçiyor. Oradaki ilişki son noktayı koyuyor.

Mağazaya giren müşteriye ne kadar yakın, ne kadar uzak olmanın gerekli olduğunu; ve müşteriye nasıl yaklaşılması gerektiğini öğrendim. Bunu iyi satıcıları gözlemleyerek öğrenmenin dışında başka bir yol yok. Müşteriye nasıl yaklaşıyorlar, yaklaştıklarında ne ifade ediyorlar, bunların hepsi başlı başına satış teknikleri.

Mağazada sorun çözmenin inceliklerini öğrendim. Çünkü her sorun nevi şahsına münhasır.

Elbette bir mağazanın tüm disiplinlerini ve depodan kasaya kadar bu disiplinler arası ilişkiyi öğrendim. Daha önce GSM'den süpermarkete, otomotivden beyaz eşyaya kadar pek çok endüstride satış noktasında defalarca bulundum ama hazır giyimin hızlı moda haline geldiği bir çağda bunu yaşamak harika bir deneyim oldu.

Bildiğim hangi disiplinleri tazeledim?

Daima inandığım şu olmuştur: Marka değeri, çalışanların toplam performasıdır. Marka Konumlandırması, Temel Marka Vaadi, Marka Özü gibi tüm teorik kavramlar sadece bu performansın olmazsa olmaz destek unsurlarıdır. Bunun aksi geçerli olsaydı, reklam yapmadan başarılı olan markalar var olamazdı. Kim ne derse desin, markanın temel taşı onun misyonundan başka bir şey değildir. Tüm ekibe ruh veren bu misyondur. O ruh var olunca da, markayı kimse tutamaz. Bu nedenle, ekibin markanın misyonunu sahiplenmesinin satış için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gördüm.

Reklamcılık yaptığım yıllarda da, şimdi marka stratejisti olarak çalışırken de, işimin özünü daima tüketici davranışları ve içgörüleri oluşturmuştur. Mağazadaki deneyimime bu gözle baştığımda, birkaç tüketici segmentini ve içgörülerini çıkarmak mümkün oldu. Bir kere herşeyden önce "Ne Var Ne Yokçular" diye bir segment var. Bunlar mutlaka bir şey satın alma ihtiyacındalar ve mağazalara girip hızla gözlem yapıyorlar. Hiçbiri mağaza personelinin kendilerine yaklaşmasına pek müsade etmiyor. Asıl içgörüleri mümkün olduğunca çok marka gezip, kıyaslayarak alışveriş yapmak. Bir diğer segment Gezenler. Bu segmentin mensuplarının herhangi bir ürün satın alma ihtiyacı yok, sadece mağaza gezip, keyif almak istiyorlar. Fakat herhangi bir tetikleyici unsur onlar üzerinde her an satın alma eğilimi oluşturabiliyor ve satış personelinin bu içgörüyü okuması durumunda satış gerçekleşebiliyor. Gördüğüm bir başka segment ise Kararsız Alıcılar. Bunlar mağazadan alışveriş yapma konusunda kararlılar ama ne satın alacaklarını bilmiyorlar. Burada satış personelinin yetkinliği satışı gerçekleştirmede çok etkili. Yetkin ve ikna gücü yüksek bir satıcı 3 dakika içinde satışı gerçekleştirebiliyor. Gördüğüm son segment ise, Kararlı Alıcılar. Bunlar gerçekten en zor kitle. Çünkü ne almak istediklerini biliyorlar ve bu ürün mağazada varsa, hemen satın alma gerçekleşiyor. Ancak bu ürün mağazada yoksa, onun muadilini ya da ikinci bir ürünü satmak çok kolay değil. Satış personelinin onlara karşı, sabır ve kararlı bir duruşla bilgi ve mesleki görgüsünü ortaya koyması gerekiyor.

Öte yandan ürünü bilmenin önemi konusunda bildiklerimi tazeledim. Üstelik ürünü bilmenin ürün özelliklerini bilmek olmadığını bir kez daha gördüm. Ürünü bilmek, o anda orada olan müşterinin beklentilerine karşılık gelen ürünün varlığını 3 saniyede ona ifade etmek ve 30 saniyede o ürünü müşteriyle buluşturmaktır.

Bir diğer bilgi tazelemem, POP ve POS malzemeleri üzerine oldu. Küçücük bir fiyat etiketi üzerinde, minicik puntolarla yazan ürüne dair bilgilerin tüketici için ne kadar önemli olduğu o kadar açık ki. Alışveriş sosyologu Paco Underhill "İnsanlar neden alışveriş yapar" adlı kitabında bunu yazmıştı. Mağazadaki yazılı ve görsel mesaj iletimi ne kadar güçlü ise satış o kadar kolay gerçekleşiyor.

Ve bazı tatlı anekdotlar:

Mağaza çalışanlarımızdan Müslüm Bey'in doğumgününü gayet underground bir şekilde deponun arkasında kutladık. Müşteri trafiğinin hafiflediği ilk anda pasta kesildi, fotoğraflar çekildi; hiçbir müşteriye eksik hizmet verilmeden vardiya usulüyle kutlama yapıldı. Bugüne dek yaşadığım ilk ve tek "Vardiyalı Doğumgünü Kutlaması" oldu.

İranlı bir hanımefendi tam 2,5 saat mağazada kalıp, alışveriş yaptı. Uykusu gelen minik kızını mağaza çalışanları uyuttup, ona göz kulak oldular:)

Bir Alman turist tam üç kez mağazaya girdi ve neredeyse tüm ürünleri inceleyip, üçüncü girişinde alışveriş yaptı.

İyi satış yapılan bir gündü. Mağazada olduğumu ve satış yaptığımı bilen dostlarım da geldi. Bunlardan bazıları Project House'dan Cüneyt, Cabbar ve Elif'ti. Cabbar'ın iPhone 4 ile çektiği ve sepya havası verdiği fotograf ileride torunlara gösterilecek tatta:)

ÖNEMLİ NOT: Danışman da olsam, öğrenciliğim bitmeyecek.

Bu pazartesi de Kurumsal İletişim Müdürümüz Sevda Malkoç mağazada. Bol satışlar Sevda:)

16 Aralık 2010 Perşembe

Marka Konferansı'nın ilk günü.














Yarın tüm gün, marka danışmanlığı yaptığım COLIN'S'te mağazada satış yapacağım. Danışmanlık anlayışımızda yerimizden ahkam kesmek yok; mağazada ter dökeceğiz:) Markanın en büyük çıktısı olan satış için mücadele etmek marka işinde olmanın en keyifli tarafıdır.

Ancak 11. Marka Konferansı'nın ikinci gününü kaçırmış olacağım. Olsun, mağaza deneyiminin daha keyifli olacağına eminim.

Bu nedenle Marka Konferansı'nın ilk gününe olabildiğince odaklandım. İşte ilk günden bazı notlar:

BJ Cunningham her zamanki gibiydi; artık bizden biri olmuş. Bence "Ömür Boyu Şeref Ödülü" falan verilmeli. Zaten daha öncesi konferanslardan birinde, Türkiye'nin sahip olduğu üç marka varsa, birisi Galatasaray'dır, diyerek benden bu nişanı çoktan aldı:)))

İlk konuşmacı JOSH SPEAR'di. Son zamanlarda takip ettiğim bir stratejisttir SPEAR. www.joshspear.com adresinden takip etmenizi hararetle öneririm.

Üç önemli noktanın altını çizdi SPEAR:

Birincisi; dijitale entegre olmak.
İkincisi; etrafınızda yeterli sayıda dijital doğmuş kişilerin olması.
Üçüncüsü; dijital evrenin kurallarına uymak.

Üstelik bunların asla ve asla bir kuşak meselesi olmadığının da altını çizdi; yani dijitale entegre olmak için hücreleri hala yenileniyor olmak gerekmiyor; aklın bu alana yönelişi fazlasıyla yeterli.

İyi bir trend avcısı olan SPEAR'in gördüğü bir diğer internet trendi de "Toplu (ortak) Eylem" adını verdiği bir trend. Buna örnek olarak verdiği site ise www.usahidi.com. Bu site dünya çapında meydana gelen felaketlerde büyük bir sosyal medya gibi hareket ediyor.

Sosyal medya deyince SPEAR'in gösterdiği bir fotoğrafı da koymadan edemedim. Alttaki fotoğraf "Facebook Dünyası."

Eskiden siyasi ve coğrafi haritalar vardı, şimdi dünya sosyal medyalara göre haritalanıyor.































Günün bir diğer etkili olayı, Marka Konferansı'nda ilk kez yapılan Teke Tek'te Fatih Altaylı'nın Kemal Kılıçdaroğlu'nu misafir etmesiydi. CHP markasının masaya yatırıldığı konuşmada odak noktası "vaade sadakat" oldu. CHP markası meselesi siyasi bir konu. Siyasi markalama meselesinden daima uzak kalmaya gayret ettim. Hiç de anlamam. Ancak yine de konuşmanın marka stratejileri adına önemli noktaları vardı. Mesela, Fatih Altaylı'nın "Marka; işini iyi yaparak, insana ve topluma karşı sözünü tutmaktır" tanımlamasına yürekten katılıyorum. Bir de Kemal Kılıçdaroğlu son derece kibar bir insan. Zerafetin sokaklarda süründüğü bir zamanda, hiç de yabana atılmayacak bir özelliğe sahip. Bir de güzel bir sözünü burada yazmadan edemeyeceğim. Sayın Kılıçdaroğlu "Partide kimse Kemal Kılıçdaroğlu taraftarı olmasın, herkes CHP'li olsun" dedi. Bu ifade Türk siyasetinde her parti için yerli yerine oturursa, kazanan Türkiye olur. Zira kurumsal marka olmak bunu gerektirir.

Fatih Altaylı'nın ikinci konuğu Cem Yılmaz'dı. Ortalığı kırdı geçirdi elbette. Fakat markalaşma ile ilgili en önemli sözü "CMYLMZ" kısaltmasını bir alametifarika olarak pek çok sektörde tescil ettirmesiydi. Çok doğru yapmış. Bir de yeni sözcük yaratmış: DURAYEN. Üstat bunu "yerinde duran dinazorlar" için kullanmış. Süper:)

WWF Türkiye Başkanı Akın Öngör ve Unilever Yönetim Kurulu Üyesi Zeynep Yalım Uzun da, birlikte yaptıkları sunumda, bir markanın bir sivil toplum kuruluşu ile daha iyi bir dünya için nasıl işbirliği yapması gerektiğini örneklediler. "Türkiye Markası" projesinde birlikte çalıştığım Zeynep Yalım Uzun'un toplumsal konulara hassasiyetini bilirim. Bu projenin OMO'nun, hatta Unilever Türkiye'nin sosyal paydaşlarında yaratacağı olumlu etkiyi tahmin edebiliyorum.

Ancak günün en etkili olayı yaşam filozofu JASON TAYLOR'un seansında yaşandı. TAYLOR'un konuşma başlığı "Alışkanlıkları yıkmak" idi. Kitapçıkta şöyle yazıyor: "Jason Taylor, alışkanlıkları yıkmanın, hayatın rutinini değiştirmenin ve yepyeni dinamiklere açık olmanın önemine derinden inanan biri. Markalara ve marka ekiplerine, sürprizlere açık yaşamanın kazandırdıklarını, şaşırtmanın değerini ve güzelliğini anlatıyor."

Jason Taylor kitapçıkta yazanlardan çok daha fazlasını yaptı. Normal normal konuşurken ansızın aryaya geçti. Bu adam bir tenör mü, bariton mu, bas bariton mu, derken, ortaya bir erkek bir de kadın vokal daha çıktı. Özetle Taylor, deneyim anlatılmaz yaşanır dedi ve bu iki vokalle beraber harika bir konser verdi.

En alttaki fotoğraf bu sunumu :) gösteriyor.

Ana Sponsor WORLD'e tebrikler. Bu sene brand equity'ye bir kaç damla da 11. Marka Konferansı'ndan damladı:)