27 Haziran 2010 Pazar

Ölüm korkusu kategorik değil, jenerik bir içgörüdür Dr. House!































Hafta sonu "a la carte event management"ın organize ettiği bir toplantıda bir grup doktora hasta ilişkileri konusunda konuşma yapmak üzere İstanbul dışındaydım. Konuşmanın özü "içgörü" üzerineydi. İçgörünün insanların motivasyonlarını anlamak için, onların iç dünyasına yapılan derinlemesine bir yolculuk olduğundan bahsettim. İçgörünün insanın kendinde saklamaya özen gösterdiği duyguları olduğundan ve Pazarlama iletişiminde içgörülerin derinlemesine (qualitative in-depth) tekniklerle ortaya çıkarıldığı üzerine bir konuşmaydı bu. İnsan içgörülerini anlamak için hedef kitlenin ruhuna nüfuz etmek gerektiğini, bu kitlenin verdiği ve veremediği kararların, sevdiği ve sevemediği insanların arkasında hep içgörü denen bıçak sırtı kavramın olduğunu anlatmaya gayret ettim.

Çünkü devletin ve özel kuruluşların karşıt stratejiler geliştirerek yönettiği bir süreçte, sağlık sektörü gitgide insandan uzaklaşıyor. İnsanların sağlık ile ilgili içgörüleri yanlış yerden yakalanıyor. Sanıyorlar ki, insanlar sağlığı hakkında kötü bir haber almaktan, kan vermekten, iğne olmaktan ve anesteziden uyanamamaktan korkuyorlar; ya da hastanedeki ilgisizlik ve kalite eksikliği onları rahatsız ediyor. Hayır, bunlar sadece kategorik içgörülerdir. Ama asıl içgörüler, böyle kategorik değil, buzdağının altındaki jenerik içgörülerdir ve doktorların pek çoğu buna bakmayı bilmiyor. Çünkü aslında insanların korktukları ya da rahatsız oldukları şey, ailelerini, varlıklarını ya da kariyerlerini kaybetmeleridir. Yani o an onlar için önemli olan ne ise, onu kaybetmekten korkarlar. Bebeği olduktan sonra ölüm korkusu artmayan var mıdır? Hiçbir şeyi olmayan insanların ölümden korkmamalarının ardında da bu yatar. Ölüm korkusu bile tek başına bir korku değildir. Aksi takdirde insanlar öldüklerinde daha iyi bir yere gideceklerine inansalar, birer birer intihar ederler.

Bu nedenle doktorların hastalarının jenerik içgörülerini anlamaları için bir iki dakika daha ayırmaları gerekir. Dedesi doktor olan biri olarak söylüyorum: Ne yazık ki, bu konuda hekimler dünya genelinde oldukça zayıftırlar. Tabii ki, bunun en büyük örneği, dizi kahramanı Dr. Gregory House'dur. Adam inanılmaz biri! Ölmek üzere olan bir hastasına pişkin pişkin "birkaç saat içinde öleceksin" diyebiliyor. Bilmiyor ki, aslında bir gülümseme ömre ömür katar.

Konuşmamım sonunu Gregory Hoca'ya ayırdım. Dr. Gregory House senaryo gereği de olsa, çok iyi teşhis koyuyor ama hastasının duygularından zerre kadar haberi yok. Çünkü umursamıyor. Bugüne dek tüketicisi umursamadan başarılı olan iş insanına rastlamadığım gibi, hastasını umursamadan da içgörü yakalayabilecek hekim olduğunu sanmıyorum.

22 Haziran 2010 Salı

Cunda

Cunda benim için bir yeryüzü cennetidir. Her yıl mutlaka gittiğim ve kendimi en iyi hissettiğim yerlerden biridir. Her türlü lezzetin doruk noktasında olduğu bir yerdir Cunda.

Ayvalık'tan sıyrılıp, doldurma yolu geçip, Cunda sınırlarına girdikten sonra kendimi bir başka hissederim. Her gün kendine özel geçer Cunda'da. Gündüz gümüş balıklarını kovalayan uskumrular arasında yüzüp, aynı uskumruları akşam rakıyla mideye indirdikten sonra, Taş Kahve'de içilen bir sakızlı Türk kahvesinin tadıyla geçen günün kreması Türkiye'nin ilk Boğaz Köprüsü'nün üzerinden güneşin batışını izlemektir.

Bu yıl da böyle geçti ve gözlerim her yıl olduğu gibi Ayvalık vatandaşı şair Ilias Venezis'i aradı. Mübadelenin ardından doğduğu toprakları bırakıp gitmek zorunda kalan ama aşık olduğu toprakları asla unutmayan Venezis'i. Sait Faik gibi denizi ve balıkçıları yazan Venezis'i.

Biz gittiğimizde restorasyon çalışmaları yetişmemişti ama son gün gidip gördüm. 11 yıldır gittiğim Ortunç, meşhur koyunun doğasına uygun, mükemmel bir tasarıma kavuşmuş. Orhan Bey daha da güzelleştirmiş Ortunç'u. Genel Müdür Murat Bey de bu yılı güzel karşılamak için elinden geleni yapıyor. Ortunç sevenlere müjde.




5 Haziran 2010 Cumartesi

İkonik marka olmak böyle bir şey!




















C&A, H&M gibi mağaza zincirlerinin kendi markalarındaki spor giyim eşyalarında sembol olarak çizgi kullanmak istemesi üzerine başlayan tartışma kapandı. Çünkü Avrupa Birliği (AB) yargıçları, logosu 3 çizgi olan Adidas’ın açtığı davada Adias’ın lehine karar verdi. Yüksek mahkemenin verdiği bu karar sonucunda moda tasarımcıları yakında Adidas’ın üç çizgisini kullanamayacaklar. Ancak bu karara karşı çıkan modacılarda oldu. Bu modacılar, "Çizgiler moda endüstrisinin bir parçasıdır. Hiçbir firma bunu sadece kendisi için kullanamaz, kimseye bu hak verilmemeli. Çizgileri bir kişinin kullanım hakkı olarak göremezsiniz" diyerek, tepkilerini gösterdiler. Adidas, kendi çizgilerinin kullanılmasının tüketiciyi yanılttığı gerekçesiyle daha önce de Almanya ve Fransa’da da açtığı davaları kazanmıştı.

4 Haziran 2010 Cuma

İdidas ve kardeşi Nayk.

İkisi de büyük marka, ikisi de "lovemark". Ama benim ilk spor ayakkabım Adidas'tı ve Freud buna ne der bilemem ama, ben hala ona aşığım. Çünkü rahmetli dayım yurtdışından bir çift Adidas krampon getirdiğinde, ilk düşündüğüm şey, seke seke oynamak pahasına, kramponları tek tek giyip, Adidas'ımın ömrünü uzatmaktı.

Kızlar babalarına çekermiş, kızım İdil de Adidas'çı. Ama şimdilik ona "İdidas" diyor. Hiç de fena gelmiyor kulağa. Asırlık marka Pepsi Arjantin'de Pecsi olduktan sonra, - en azından kızım için - Adidas neden İdidas olmasın ki?

Burada kriter bizzat benim. Benim İdidas isminden ne hissettiğim önemli. Çünkü Adidas benim lovemark'ım. Ama İdil'den "İdidas" diye duyduğumda hiç rahatsız hissetmedim kendimi. Çünkü biri canımdan çok sevdiğim kızım, öteki de aşk markam. Hatta İdil İdidas dedikçe, Adidas'ı daha da sevdim. Üstelik sadece ayakkabılarını görünce değil, herhangi bir yerde Adidas'ın üç çizgisini görünce de "İdidas" diyor.

Ancak İdil geçenlerde Nike"ı da sevdiğini beyan etti. O da kim? diye sorduğumda verdiği cevap harikaydı: İdidas'ın kardeşi.

Al Rise ve Jack Trout'un pazarlamanın ikili bir at yarışı olduğuna dair kuralları çok doğru. İdil'in zihninde bu ikili şimdiden belirlenmiş durumda: İdidas ve Nayk:)







Kaynak:

http://www.hypebeast.com/image/2007/05/adidas-superstar-edition-1.jpg
http://www.doublekeyf.com/guzellik-bakim-makyaj-moda/117557-nike-air-max.html

3 Haziran 2010 Perşembe

Kırk yıllık Kani, olur mu Yani?



Tüketici isterse olur!

Bigumigu'dan aldım haberi. Pepsi Arjantin'de adını değiştirmiş ve Pecsi (Peksi okunuyor) olmuş. Bu bir devrim.

Youtube'da BBDO Buenos Aires ofisinin hazırladığı reklamlar var. Reklam Arjantinlilerin yaklaşık % 25'inin Pepsi markasını Pecsi (Peksi) olarak telafuz ettiği gerçeğiyle başlıyor. Kısa filmler de desteklenen TVC'lerde değişik kesimden insanlar Pepsi ve Peksi aynı şey diyorlar.

Sonuçlar oldukça başarılı:
-Marka tercihi 2008'e göre % 10 artmış.
-Marka farkındalığı kategori ortalamasının % 23 üzerine çıkmış.

Ilginç olan 6 ay sonra İspanya da Pepsi'den Pecsi'ye geçmiş.

Bu sonuçlar, meşhur söz "Kırk yıllık Kani, olur mu Yani"yi gölgede bırakıyor. Sonuçlar böyle ise, bu iş yakında Latin Amerika'nın İspanyolca konuşulan bölümlerinin tamamını sarar.

Kaynak:
http://www.bigumigu.com/haber.asp?hid=5163





2 Haziran 2010 Çarşamba

Markalaşmada Yeni Normaller-1

Markalaşmada "Yeni Normaller" pazarlamada yeni hayatımızı yönlendiriyor. Peki, biz bu "Yeni Normaller"in farkında mıyız? Birkaç önemli "Yeni Normal"i aşağıda toparlamaya çalıştım.

1. İstemeden globalleşmek: Artık markalar ister istemez bir global sürecin içinde yer almaya başlayacak. Kendileri istese de istemese de, rekabet koşulları gereği pek çok marka, bir süre sonra rekabetin yoğun yaşanmadığı ve global markaların henüz girmediği daha bakir pazarlara yönelmek zorunda kalacaklar. Yani onlar da globalleşecekler. Başka yolu yok.

2. Uygun fiyat artık ayıp değil: Eskiden lüks olmayan markaların poşetleriyle dolaşmak ayıptı. Fakat pek az kapitalistin kabul ettiği gibi, Marks haklı çıktı ve piyasalar sonunda azgın bir fiyat rekabetine maruz kaldı. Bunun sonucu olarak artık ekonomik ve uygun önermede bulunmayan markalar niş diyarına doğru yelken açıyor. Niş olmak kötü bir şey değil ama dükkanda gün boyunca 6 müşteriyi beklemek mesleğini seven bir satış personeli için biraz sıkıcı olsa gerek.

3. Deneyim yaşatmak: Dünya genelinde pek çok markanın geleneksel reklamın "R"sine dokunmadan markalaşma yolunda ciddi adımlar attığını görüyoruz. Zara, Starbucks bunlara verebileceğimiz birkaç örnek. Onların sırrını araştırmaya başladığımızda, beş duyuya da hitap eden deneyimsel pazarlama karşımızda çıkıyor. Hiç kimse Starbucks'ta Barista'ların müşterilerle olan iç içeliğini plansız programsız sanmasın. Bu bir stratejinin parçası; deneyimsel pazarlamanın taktiklere mükemmel bir şekilde yansıması. artık gittikçe fazla sayıdaher sektörden mağaza kozmetik mağazası gibi güzel kokmaya başlayacak. Abercrombie & Fitch bunun dünyadaki en güzel örneklerinden biri. Yakında her mağazanın bir tadı, bir dokunuşu olacak.

4. Lokal değerlere uygun hareket etmek: Bazı markalar hala kimlik sistemlerini bozduğunu düşünerek lokal uygulamalara karşı katı yaklaşırlarken, neden bazı markalar lokal uygulamalara sıcak bakıyorlar? Hatta sıcak bakmanın ötesinde lokal gerçekler karşısında radikal değişiklikler yapabiliyorlar. Örneğin Pepsi, Arjantin'de İspanyolca telafuza daha uygun olduğunu öne sürerek adını "Pesci" olarak değiştirdi. Bunun sonuçlarını zaman gösterecek ama ortada araştırmalara dayandırılarak yapılan bir pazarlama iletişimi manevrası var. Öte yandan bazı markaların Türkan Şoray yasalarından bile daha sert yasalarla görselimin yerini değiştirmem, mottom ille de Almanca olacak diye kastırmalarının çağdaş markalaşma kültürüne uygunluğu koca bir soru işaretidir.

5. Dijitalde olmak: Dijitali üç beş kişinin aralarında çetleştiği bir yer olarak görenler ya da çok para vermeden bir deneyeyim tadında yaklaşan markalar dünyadan her geçen gün biraz daha uzaklaşmaktalar. Dijital yeni ve uzak bir şey değil. Salt teknoloji hiç değil. Demokratikleşen bir medya. Her gün yeni ürünlerin çıkmaya başladığı bir mecra. Tüketici içgörülerinin off-line dünyadan çok da farklı olmadan yaşandığı bir yer. Markanın deneyimsel yüzünü gösterebileceği bir dünya. Orada bir şekilde olmanın ötesinde, dijitali merkeze alarak düşünmeye başlayanlar için bir gelecek var.

6. Tüketici ile beraber pazarlamak: Artık tüketici pazarlama sürecinin bir parçası. Onu geleneksel anlamda takip etmek ve satış performansını arttırmanın ötesinde bir şeyler yapmak lazım. Her müşteriyi yakın takibe almak ve ondan öğrenmek bir organizasyon için zor değil. Yeter ki, o organizma bunun için organize olsun.

Yeni Normaller-2... Pek yakında!


Görsel kaynak:
http://www.flickr.com/photos/inthepicturedesign/2075885412/