30 Mart 2010 Salı

Vatan Bilgisayar çalışanları "bilingual"



Marka danışmanlığını yaptığım Vatan Bilgisayar'ın marka konumlandırmasına yönelik reklam kampanyası 2 TVC ile başladı. Bir süre sonra yayına giren promosyon kampanyası da kampanya fikrini beraberinde taşıyor. Kampanya "tüketicinin teknolojinin dilini bilmemesi ve buna yönelik çözüm araması" içgörüsü üzerine oturuyor. Bu içgörünün karşılığını ise Vatan Bilgisayar'ın uzman personeli yerine getiriyor. "Teknolojinin dilinden de sizin dilinizden de çok iyi anlıyoruz" vaadinin R2B'i Vatan çalışanlarının iki dili de çok iyi bilmesi. Zaten onları diğer teknoloji marketlerinin çalışanlarından farklı kılan da bu.

Özetle, Vatan çalışanları" bilingual".

Kampanyanın künyesi:
Vatan Bilgisayar: Berna Çakır, Kaan Dönmez.
Ajans: Rafineri
Prodüksiyon şirketi: Vertigo
Yönetmen: Mehmet Övünç
Görüntü Yönetmeni: Hasan Gergin
Reklam müziği: Jingle House.

24 Mart 2010 Çarşamba

"Dijital Özgüven" diye bir şey var mı?

“Generation 2.0” 1994 ve sonrasında doğan milenyum kuşağı ile 2003 ve sonrasında doğan Z kuşağının birlikte olduğu bir toplam küme. Bu kuşağın en belirgin özelliklerinden biri de sosyal medyadaki ortak tavırları.

Bu kuşak için, tanışmanın, çevre edinmenin, paylaşmanın davranışsal özellikleri kendinden önceki kuşaklardan tamamen farklı. Herşeyden önce benim “Dijital Özgüven” dediğim bir kavram var ki, bununla yaşıyorlar. Çünkü insan denen varlığın sosyalleşmesinin önündeki en önemli bariyerlerden biri olan “özgüven” kavramı bu kuşakla beraber dijitalleşmeye başladı. “Generation 2.0” aradığı özgüveni sosyal medyada hazır bulduğu için, “Dijital Özgüven” özgüvenin doğal yollardan edinimini gelecekte yok edecek.

“Generation 2.0” özgüvenin sınırlarını sosyal medyada pek çok örnekle zorluyor. Örneğin Lookbook diye insanların kendi moda anlayışlarını ortaya koydukları sosyal bir ortam var. Orada herkes tasarımcı edasında yaşıyor. Hatebook diye kendisini anti-sosyal bir hizmet olarak konumlandıran ve insanların nefret ettikleri şeylerden uzaklaşmasını sağlayan sosyal bir medya var. Bunun dışında, uzun zamandır satışta olan ve bir türlü satılamayan ve facebook’un karşıtı olarak konumlanan assbook.com açıldığında gördüklerimiz karşısında şaşkına döneceğiz.

“Generation 2.0”ın online’da sosyal sınıflara ve ilişkilere bakış biçimi de değişiyor. Örneğin offline’da aynı sosyal sınıf içinde olmayan kişiler, online’da birbirlerine daha çok yakınlaşabiliyor. Hatta pek çok ünlü kişi, offline’da olmadığı hatta olamayacağı kadar, “Generation 2.0” ile online’da bir araya gelebiliyor. Ünlü-sıradan insan ilişkisindeki güvenlik sınırı bile online’da ortadan kalkıyor.

“Generation 2.0” varoluşunu facebook, twitter, friendfeed ve linkedin gibi ortamlarda da gerçekleştiriyor olacak. Üstelik bu ortamlara sürekli yenileri eklenecek ve bugün bildiğimiz bu ortamlar sırayla yok olacak ya da kulubün adı değişecek. Bu hıza ve değişime göre hareket etmeliyiz.

Artık sosyal medya “Generation 2.0”ın yeni yaşam alanlarından biri. “Generation 2.0”ın her bireyi bu ortamlarda kendi Avatar’larını gerçekleştiriyor olacak. Markaların artık iki ayrı dünyaya pazarlama yapmayı öğrenmesi gerek. Bu nedenle ben online ve offline’ın tam entegrasyonuna kesinlikle inanmıyorum. Buralar aynı bireyin ayrı dünyaları.

19 Mart 2010 Cuma

Savaş tarihinin en acayip ve stratejik kararı

Müttefik kazanmak adına bugüne dek yapılan en şaşırtıcı stratejik hareket, on altıncı yüzyıl Japonyası’nda gerçekleşmiştir. Bu tarih, Japonya’da birbirine üstünlük sağlamak isteyen klanların yarattığı iç savaşa denk gelmektedir. Bu hikâye, iç savaş sonrasında, Japonya’yı çağdaş döneme kadar yönetecek hanedanı kuran samuray generali Tokugawa İyeyasu’ya, ya da sonradan tarihte bilinen adıyla Shogun’a aittir. İyeyasu, samuray muharebelerinin en büyüğünde askeri açıdan son derece tuhaf bir karar verdi. Ancak bu kumar ona bir müttefik ve Japonya’nın geleceğini belirleyen çok önemli bir savaş kazandırdı.

1598 yılında Japonya’yı idare eden Toyotomi Hideyoshi ölüm döşeğindeydi. Hideyoshi iki sadık kurmayı olan Bakan İshida Mitsunari ve ülkenin en güçlü savaş beyi olan Tokegava İyeyasu’dan, altı yaşındaki oğlu tahta geçene kadar barış içinde müttefik kalmalarını ve Japonya’nın birliğini korumalarını istedi. Her ikisi de söz verdiler, küçük prens büyüyene kadar ülkeyi idare edecek olan konseyde müttefik kalacaklardı. Ancak Hideyoshi’ye söz vermesine rağmen Tokugawa İyeyasu küçük çocuğu desteklemek niyetinde değildi. Dolayısıyla birbirlerinden haz etmeyen Tokugawa İyeyasu ve İshida Mitsunari arasındaki çekişme ülkenin geleceğini belirleyecekti. İyeyasu işe Mitsunari’ye karşı hamle yaparak başladı ve Hideyoshi’nin oğlunu saraydan uzaklaştırdı. Bunun üzerine Mitsunari de İyeyasu’ya karşı suikast teşebbüsüne girişti ama başarısız oldu. Zaten bu, İyeyasu’nun beklediği bir hamleydi. Bu hamle ile İyeyasu, Mitsunari’yi konseyin gözünde hain konumuna düşürmüştü. Mitsunari sürgüne yollandı. İyeyasu bir müttefik avcısıydı, kızlarını diğer savaş beyleriyle evlendirerek düşman olması muhtemel kişileri müttefik haline getirdi. İyeyasu’nun amacı, Sun Tzu’nun dediği gibi savaşmadan kazanmaktı. Nitekim oğluna, “Plan yaparsak savaşmamıza gerek kalmaz,” demesi, bu stratejiyi ne kadar benimsediğini gösteriyordu. İyeyasu, Hideyoshi’nin Fushimi Kalesi’ndeki tahtına oturmuştu.

Ancak doğudan gelen bir samuray lideri İyeyasu’ya karşı çıkarak, ordusunu topladı. Bu asileri bertaraf etmek için Hideyoshi’nun küçük oğlunun onayına ihtiyacı vardı. Bu onayı almak için de çocuğun muhafızı olan Hideyoshi’nin yeğeni Kobayakawa Hideaki’yi kendi tarafına çekmesi gerekiyordu. Hideaki ise ne İyeyasu ne de Mitsunari’den yana taraf olmak istemiyordu.

Ancak İyeyasu gerçekten büyük bir müttefik avcısıydı ve Hideaki ile olan hukukunu koz olarak kullandı. Hideaki geçmişte bir savaşın kaybedilmesinden sorumlu tutulmuştu. Bu olay karşısında Mitsunari, Hideyoshi’ye Hideaki’nin rezilin biri olduğunu ama onurlu bir samuray gibi kendisini öldürmesi gerektiğini söylemişti. Oysa İyeyasu, Hideaki’nin yetişkinlerin görevine yollanan bir çocuk olduğu için yaşaması gerektiğini savunmuş ve onu kurtarmıştı. Hideaki bu olaydan dolayı İyeyasu’ya minnet borcu hissediyordu. İyeyasu’nun ona son sözleri şu olmuştu: “İstesen de istemesen de Japonya’nın birliğini korumak ikimize düşer.”

İyeyasu, Hideaki’nin minnetini kazandığından emin olunca, ordusunu doğudaki asilerin üzerine harekete geçirdi ama hayal kırıklığına uğradı. Çünkü İyeyasu’nun iktidara oynama planlarını bilen Hideaki, Mitsunari’nin yanında yer aldı. Bunu fırsat bilen Mitsunari, İyeyasu doğudayken Fushimi’ye ilerledi. Onun hedefi de Hideyoshi’nin yerine geçmekti. Fushimi’yi ele geçirdiler. Hideaki’nin amacı İyeyasu’yu barışa zorlamaktı. Ama Mitsunari bir hata yaptı ve Hideaki’nin İyeyasu’ya olan minnet borcunu unutup İyeyasu’nun işini savaşarak bitirmek istedi ve Hideaki’yi buna zorladı.

İç savaş kızışmıştı. Mitsunari ve müttefikleri Sekigahara Meydanı’nda toplandılar. 1600 yılının Ekim ayında İyeyasu da bölgeye geldi. İki ordu arasında dar bir vadi vardı. Mitsunari ve müttefiklerinin ordusu İyeyasu’nunkine göre daha kalabalıktı. Hideaki ise Sekigahara Meydanı’na hakim bir noktada bulunan bir dağda mevzilenmişti. Mitsunari onun desteğinden emin olmak için Hideaki’nin karargâhına gitti. Ancak Hideaki hâlâ meselenin barışla çözülebileceğine inanıyor ve Mitsunari’nin hırsından rahatsız oluyordu. Ne de olsa Hideyoshi’nin yeğeniydi ve onun tahtı için yapılan bu savaş ve Japon birliğinin bozulması hoşuna gitmiyordu. Üstelik bu konuşma ona, geçmişte Mitsunari’nin onun ölmesini istediğini, oysa İyeyasu’nun hayatını kurtardığını hatırlattı. Ancak Mitsunari bunun geçmişte kaldığını ve zafer sonrasında Hideaki’yi kendi şansölyesi yapacağını söyledi. Bu konuşma sırasında Hideaki anlamıştı ki, Hideyoshi’nin küçük oğlunun büyüyüp iktidarı almasına kadar, denge oluşturmak Mitsunari’nin umrunda bile değildi. O, bütün iktidarı ve Japonya’yı istiyordu. Mitsunari’nin Hideaki’den tek istediği, işaret fişeği attığında yanında olmasıydı. Ama Hideaki’nin kafası karışmıştı ve İyeyasu’ya bir mektup göndererek hata yaptığını ve Mitsunari’nin yanında yer almayacağını söyledi. Şimdi, ordusu daha zayıf olan İyeyasu kaderini Hideaki’ye bağlamıştı. Başka da bir seçeneği yoktu, kendisine minnet borcu olan Hideaki’nin ona ikinci kez ihanet etmeyeceğini düşünüyordu.

İyeyasu ve Mitsunari’nin orduları Sekigahara’da 21 Ekim’de karşı karşıya geldiler. Hideaki ise tarafsız bir şekilde hakim tepede yerini almıştı. Aslında her iki taraf da umudunu tarafsız konumdaki Hideaki’ye bağlamıştı. Ama İyeyasu’nun ona daha çok ihtiyacı olduğu açıktı.

Savaş başladıktan sonra Hideaki tarafsız konumunu hiç bozmadı ve dağın tepesindeki yerini korudu. Savaşın ilerleyen safhalarında Mitsunari yavaş yavaş üstünlüğü ele geçirdi. Buna karşılık İyeyasu ihtiyat birliklerini ileri sürdü. İyeyasu’nun bu hamlesinin ardından, Mitsunari işaret fişeğini atarak Hideaki’nin yanında yer almasını istedi. Bunu gören İyeyasu, ordusunu Hideaki’nin kanat saldırısına hazır olması konusunda uyardı.

Ama o anda garip bir şey oldu. Tarafsız konumdaki Hideaki duraksadı. Onun karar veremediğini anlayan İyeyasu da savaş tarihinin en tuhaf kararlarından birini aldı ve Hideaki’ye ateş açtı. Kurmayları “Efendim, delirdiniz mi?” diye söylendiklerinde İyeyasu’nun cevabı gayet açıktı: “Şimdi taraf seçmek zorunda. Biri onu buna zorlamalı. Kaybedecek hiçbir şeyimiz yok.”

Bu, sıradışı bir kumardı. İyeyasu müttefik olmak istediği adama ateş açmıştı. Bunun sonucunda Japonya’nın tarihini değiştiren bir şey oldu. Hideaki, kendisine ateş açan İyeyasu’ya değil, Mitsunari’ye saldırdı. İyeyasu’nun düşündüğü olmuş, Hideaki’nin minnet ve şeref borcu baskın çıkmıştı. Neticede, büyük bir kumar oynayarak savaşın kaderini belirleyecek müttefiki kazanan İyeyasu, Shogun ünvanını elde etmişti.

18 Mart 2010 Perşembe

Yaban bu kez Profesörle dalaşıyor:)))

Petrol Ofisi'nin reklam kampanyasında celebrity olarak kullandığı Yaban karakteriyle Project House'da web için çekimler yaptık. Web senaryolarını da Türk sinemasının kült filmlerinin içi dolu bir karakteri olan Yaban'a göre hazırladık. Medina Turgul'un reklam kampanyasında yarattığı Yaban karakteri bizim senaryolarımızda bu kez bir Ingiliz (yabanciiiiii) prof ile dalaşıyor.

Yaban'ı Fırat Doğruloğlu canlandırıyor. Fırat karakterini o kadar iyi benimsemiş ki, şarkı söylerken aniden "uleyyyn" diyebiliyor kendi kendine. Ingiliz profesorü canlandıran ve Türkçe bilmemesine rağmen oyunu Türkçe ezberleyerek mükemmel bir şekilde canlandıran Charles Carroll yaban'ın bu manik depresif hareketlerini anlamakta zorlandı:)))

Çekimler 101 Visuals'da yapıldı. Yönetmen Serkan Şedele. Prodüktör Nikolas Dimos. Çok eğlendik, mükemmel bir gece geçirdik. Sabahın ilk ışıkları yüzümüze çarptığında Charles bu kez Yaban'laşmıştı. Yabanciiii aksanıyla "uleyyyyn" deyişi muazzamdı doğrusu.

Prodüksiyon güzel bir şey. Bir reklamcının yaşaması gereken en güzel şey.

17 Mart 2010 Çarşamba

Yaşamı online ve offline diye ayıramayız.


Project House'da çok özel bir proje başlattık: DEEP TALK.

DEEP TALK, özünde ajans içi entelektüel stand-up'lar. Her ay üreten bir zihinle yan yana geleceğimiz, onu dinleyeceğimiz, onunla konuşacağımız, ona sorular soracağımız ve tüm ajansça dost olacağımız çok özel bir proje DEEP TALK. İlk DEEP TALK'u da çok özel biriyle başlattık: Cem Mumcu.

Cem çok ilginç şeyler anlattı bize? Aslında interaktif dünyanın farklı yanlarımızı ortaya çıkarmadığını, insan özelliklerimizin bir uzantısı olduğunu duyduk ondan. Yaşamın online ve offline diye ayrılamayacağını, bir bütün olduğunu ve değerlerin şekil değiştirerek devam ettiğini öğrendik. Bir saati aşkın bir süre keyifle dinledik onu. Bize bu keyfi yaşatan 3 şey vardı. Birincisi bunun ilk DEEP TALK olmasıydı. İkincisi Cem Mumcu'nun her zamanki sohbet tadında konuşmasıydı. Üçüncüsü ise Woody Allen'ın "en sevdiğim ikinci organım" dediği beynin gerçekleriyle yüzleşmemizdi. İnteraktif bahane! O gün orada pek çoğumuz, kendi beyinlerimizin sarsıcı durumunu sorgulamış olduk.

Ikinci DEEP TALK Barbaros Şansal ile. Bu kez de, herkesin kartvizitine ağdalı cümleler yazdığı bir dünyada kendisine "Terzi Yamağı" diyen bir başka cesur insanla sohbet edeceğiz.






10 Mart 2010 Çarşamba

Yeni nesil pazarlamaya inandık; darısı yeni nesil yaratıcılığın başına.

Yeni nesil öğrenciler umut veriyor. Geçen yıl Aralık ayında yapılan Pazarlama Zirvesi'nde Project House olarak lanse ettiğimiz DEEP modelini izleyen İTÜ'lülerden Eren Soydaş'ın davetiyle 11. İTÜ Yönetim Bilimleri Kongresi'nde katıldığım panelde konu yeni nesil pazarlamaydı. Sayın Prof. Dr. Nimet Uray'ın modere ettiği panelde diğer konuşmacılar MEY İçki Pazarlama Müdürü Sayın Çiçekten Becel ve FinansBank Bireysel Segmentler Yöneticisi Sayın Onur Özkan'dı. Mükemmel konuşmalar yaptılar. Sayın Nimet Uray'ı interaktif dünyadan takip ediyorum; ekşi sözlük övgülerle dolu. Kendisinin öğrencisi olamamak büyük kayıp.

Kitlesel mecralar yerini yeni nesil mecralara büyük bir hızla bırakmaya başlıyor. Çiçekten Hanım bunu MEY İçki adına rakamlarla ifade etti. MEY İçki'nin "İletişim Devi" kampanyasının yeni nesil mecralardaki performansı muazzam. Kampanya aynı zamanda son derece yaratıcı. Onur Bey segment yönetiminde yeni nesil mecraların o segmentin performansını bire bir takip etmek açısından önemini gözler önüne serdi.

Bence herşeyden önemli olan şuydu ki, bazı izleyiciler sadece izlemekle kalmayıp çok keskin sorular sordular. Bunlar arasında bir tanesi bana sorulmuştu ki, gayet keskindi. Bir izleyici neden dijital dünyada bizden bir facebook çıkmıyor tadında bir soru sordu ki, yerden göğe kadar haklıydı. Ben de inandığım cevabı verdim:

1. Bunun nedenlerinden biri, siyah şapkalar ülkesinde yaşamamızdır. Önerilen her fikre "olmaz" demeyi, fikir bulmaya tercih ediyoruz.
2. Esinlenmeyi yaratmaya yeğliyoruz. Karşılığını bir yerde görmediğimiz fikri anlamıyoruz, yepyeni fikirleri hayata geçirmek için risk almıyoruz. Bu ülkede gördüğümüz evrensel nitelikte fikirlerin çoğunun karşılığı dünyanın bir yerinde mutlaka çıkıyor.

Çözüm nedir?

Bugün için geçmiş ola. Yeni nesillerin yüreklerine idleri oluşurken serpeceğimiz özgüven ateşinden başka çare yok.

7 Mart 2010 Pazar

Kedi sevmek ve demokrat olmak arasındaki ilişki


Dur dediğinde durmayan, gel dediğinde gelmeyen, sev dediğinde sevmeyen bu yarı-tanrı varlıkları sevenleri yıllardır ayrı takip ederim. Bu insanlar sadece hayvanlar aleminin özel bir canlısını sevme özelliğine değil, aynı zamanda canlı varlıkların kişilik özelliklerine saygı duyma gibi fıtrata da sahiptirler. Bu durum açık söylemek gerekirse köpek severlerle kedi severler arasında açık bir farklılığa işaret etmektedir. Sadece köpek sevip, kedilerden imtina edenlerin "ben öğrenmem, öğretirimci" olduklarını gördüm zaman içinde. Tabii her zaman olduğu gibi yine genellemeden bazı istisnaları ayrı tutmak gerekir.

Evet! Kendi koltuğunu ev sahibine kaptırmayan ve hatta bu evin sahibi benim diyen bu muazzam yaratıklara saygı duyuyorum. 3 kedim var: Coco, Boz ve Melek. Coco öldü ama hala 3 kedimden biridir. Üçü de başına buyruk ama kalbimdeki yerler değişmez. Animalist bir tavırla Rahşan'laşma eğilimi gösterip insanları ikinci sınıf tutmamak gerek ama benim için hayvanlar da ikinci sınıf değildir. Belki miras hakları olamayacak, belki dünyanın kaderini onlar belirleyemeyecek ama benim için ikinci sınıf da olmayacaklar.

Kızım İdil de hayvanları sevecek. İllaki frizbi attığında yakalayanları değil, hepsini sevecek ve yaşamlarına da saygı duyacak.

Yandaki resim hem benim, hem kedilerin, hem de tüm hayvanların biricik arkadaşı Efsun Güneş'in. Efsun onları o kadar çok seviyor ki, en mahzun ve mazlum haliyle çizdiği bir kedi bile çok karizmatik:)