28 Nisan 2010 Çarşamba

Coca Cola 90 Türk TV filmi yayına girdi.

90 Türk kampanyası tam gaz devam ediyor.

Güney Afrika Dünya Kupası brifine yönelik Project House'da yarattığımız "90 Türk" kampanyası için, Coca Cola, reklam filmini hazırlatarak yayına soktu. Web sitesi reklam filmi öncesinde Hürriyet'te en iyi ilk beşteydi. Bu reklam filmiyle hız kazanacak olan "90 Türk", mayıs ayı boyunca adından çok söz ettirecek.

www.90turk.com


27 Nisan 2010 Salı

Hayat bir oyun mu? Chopstick'le sinek avlamak pek çok şeyden daha mı keyifli?

Sony Pictures'ın i-phone ve i-pad için geliştirdiği 5 mini oyundan biri de "chopstick'le sinek avlamak". Bu oyun, böylesine pek de keyifli olmayan bir işi oldukça keyifli bir hale getirmiş.

Üstelik chop-stick'le...

İşte tam da bu nedenle dijital dünyadan bu kadar çok lovemark'ın çıkmasına şaşırmamalı. Açıkçası google ile başlayan "logomla oynayabilirsin" tutumu gibi ya da sosyal medya ile başlayan "networkleşme kolaylığı" gibi pek çok dijitale has özellik nedeniyle, dijital off-line'dan fersah fersah öndedir.

Çünkü hiç mi hiç kasmamaktadır ve hayatın bir oyundan ibaret olduğu gerçeğini açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.

http://creativity-online.com/news/sony-pictures-karate-kid-iphoneipad-game/143451


16 Nisan 2010 Cuma

90 TÜRK yayında. http://www.90turk.com/

Güney Afrika'da gerçekleşecek olan 2010 Dünya Kupası'na Türkiye olarak gidemiyoruz. Pardon gidemiyorduk:)))

Ama pazarlama ve pazarlama iletişiminde çareler tükenmez; tükenmemeli de. Bizlerin varlık sebebi de bu değil mi?

Bu yılın başında, Project House'da müşterimiz Coca Cola, 2010 Dünya Kupası FIFA Partner'ı ve Türkiye Futbol Federasyonu'nun da sponsoru olarak, kupaya Türk Milli Takımı'nın katılamadığı bir ortamda konkur açtı. Project House olarak marka iletişiminde stratejiyi kurgularken sadece "dijital" odaklı bakmıyor; marka iletişiminin temel stratejik değerlerine göre hareket ediyoruz. Bu nedenle öncelikle aşmamız gereken bariyeri net olarak tanımladık: "Milli Takımın Güney Afrika'ya gidemediği bir dünya kupası öncesinde, Coca Cola olarak futbol ruhunu nasıl ateşleyebiliriz?" Ardından da, Strateji planlama modelimiz DEEP'in (Digital Effectiveness & Efficiency Plan) bir aracı olan DEEP Insight Generator ile bu bariyeri çözecek olan tüketici içgörülerini ortaya çıkardık. Bu içgörülerden biri zaten yaratıcı fikre de gebe olan bir içgörüydü: Türk futbolseverler kendilerini dünyanın en iyi taraftarları olarak görüyorlardı. Nitekim bu içgörü sonunda, futbolu tanımlayan 90 rakamının yanına, içgörü analizinde çıkan muhteşem taraftarı koduk ve 90 TÜRK fikri ortaya çıktı. Bu fikre dayalı olarak hazırladığımız kurgu sonunda Coca Cola, futbol çoşkusunu en güçlü şekilde gösteren 45 kişiyi yanında görmek istedikleri bir kişi ile beraber Dünya Kupası'na gönderiyor. 90 TÜRK ülkece futbola olan tutkumuzun elçisi olacak. Milli Takım gidemezse, onlar gider Güney Afrika'ya:)))

90 TÜRK takip edilmeye değer büyük bir proje ve 90 TÜRK'e dair daha çok sürprizler olacak:)))

Bu arada Project House'da bize özel bir duygudan bahsetmeden geçemeyeceğim. Bu proje için konkura hazırlanırken, Project House'da müthiş bir ekiple çalıştık. Büyük işti Coca Cola'nın futbol için açtığı dijital konkur. Futbol adına bütün incilerimizi döktük. PS hastaları, zıvanadan çıkmış fanatikler (mesela ben), tribün kurtları, Ultraslan, Çarşı, GFB eskileri, veteranlar, Lig TV'ciler, vesaire, futbola neresinden bulaşırsak bulaşalım her birimiz bir bomba patlattık. Maç ve tribün anılarını anlatmaktan toplantılar bitmez oldu. Ben ki, kızının boya takımlarından lacivert renkli olan kalemi atan bir adam olarak Fenerli, Kartal demeden heyecanla dinledim hikayeleri. Kalbimde yara olan 6-0 esprilerine bile sırıttım şirin şirin. Bu futbol nasıl bir hastalıktır ki, sadece konkur niyetine değil, futbol adına neredeyse günde 2 kere toplanır olmuştuk bir ara. Yapmadığımız delilik kalmadı; Güney Afrika'da film bile çektik. Bir film de Project House'da vending makinesinin önünde çektik. Aşağıdaki film, konkur boyunca yaşadıklarımızı gayet net anlatıyor. Bu arada ajanstaki arkadaşlarımın önünde eğilirim. Ben böyle konkur aşkı görmedim. Her zaman inandığım şey, bir kez daha oldu: Aşk konkur aldırdı.

Coca Cola ve Futbol aşkı:)



11 Nisan 2010 Pazar

Bir markanın yanaklarındaki ruj izi:)

Tefal, Project House'da müşterimiz. Geçenlerde Tefal'in MSA'da (Mutfak Sanatları Akademisi / http://www.msa.tc/) gerçekleştirdiği blogger etkinliği sonrasında PEÇETEDENNOTLAR bloğundaki bir yazı markalaşma sürecinin hemen hemen son evresi sayılan bir sürecin önemini ortaya koyuyor.

Bu süreç LOVEMARK olma sürecidir. TEFAL önemli bir segment için bu özelliğe sahip bir marka. Blogdaki bu etkinliğe yönelik "Ruj ve Tefal" isimli keyifli yazı, bunu destekleyen nitelikte.
http://pecetedennotlar.blogspot.com/2010/03/ruj-ve-tefal-lipstick-and-tefal.html

Ancak yazı kadar önemli olan bir başka lovemark işareti, fotoğraftaki ürünün üzerindeki ruj izi. Bu ruj izi aslında bir duygu göstergesi yani özetle bir sonuç. Önemli olan, insanların üzerinde ruj izi bırakmalarına sebep olan markaların ne yaptığını, ya da neye sahip olduğunu anlamak...

Öncelikle şunu söyleyeyim: LOVEMARK kriterleri, Kopenhag Kriterleri'nden daha basittir.

Birincisi; markanın "duygulara hitap eden bir iş yapması" gerekiyor. Bankalar ve aküler için üzgünüm. Lovemark olmak için, çiklet olmak bile banka ya da akü olmaktan daha avantajlıdır. İkincisi; markanın "net, açık bir söyleminin ve duruşunun olması"dır. Bu söylemin gücü tüketicinin zihninde markayı gizemli ve saygın bir yere yerleştirir. Bundan sonra "markanın tüketiciyi mutlu etmesi" gelir. Bunun için yapması gereken, tüketici içgörülerine hitap eden ürünler yaratmak ve bu ürünleri tüketicisine en iyi hizmetle sunmaktır. Bir sonraki kriter "tüketiciye doğru yerde ve doğru zamanda dokunmak"tır. Bunun diğer adı: "Yakınlık"tır. Bu durumu yönetmek özellikle global markalar için çok hassasiyet gerektiren bir konudur. Global markalar konumlandırmalarını her ne kadar evrensel kavramlar üzerine inşa etseler de, lokal değerlere odaklanmak ve lokal beklentilere cevap vermek durumundalar. Ben Tefal'in bunu yıllardır çok başarılı şekilde yaptığını düşünüyorum. Son kriter olarak tüm bunları "sosyal paydaşlarına en iyi şekilde anlatmak" gelir. Tefal'in MSA'da gerçekleştirdiği Blogger Etkinliği bunun en başarılı örneklerinden biridir.

Tefal bana göre tüm lovemark gerekliliklerini Türkiye'de yıllardır çok başarılı bir şekilde yerine getiriyor. Dolayısı ile hedef kitlesi olan kadınlardan gelen bir öpücüğü de, fazlasıyla hak ediyor:)

Doğuş Üniversitesi İşletme Kulübü'nde global krizden gençlere kalan miras tartışıldı.

Geçen perşembe Doğuş Üniversitesi İşletme Kulübü'nün II. İşletme Kongresi'nde "Global Krizden yeni nesillere ne kaldı" başlıklı bir panele katıldım. Paneli Doğuş Üniversitesi İktisadi ve İdari İlimler Akademisi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Sayın Elif Çepni yönetti.

Panelin benim için en ilginç yanı, mezunu olmamdan gurur duyduğum KABATAŞ ERKEK LİSESİ'nden sınıf arkadaşım Vatan Gazatesi Yazarı, Fortune Genel Yayın Yönetmeni ve Ekonomist Ali Ağaoğlu'nun davetlisi olmamdı.

Ali, global krizi en yalın şekilde anlattı. Ancak ondan daha önemli şeyler söyledi. yarın işe atılacak gençlere "okuyun, araştırın, konuşun" dedi. Umarım mesaj yerini bulmuştur. Okuyun ve araştırın bölümlerini bilemem, ama "konuşun" bölümü ile ilgili pek emin değilim. Çünkü soru sorun arkadaşlar diye ısrar etmemize rağmen çok soru gelmedi açıkçası.


Gelen soruların büyük bölümü de ne yazık ki, magazinel nitelikteydi. Bunun nedeni çok açık. Okuma ve araştırma alışkanlığı uçup gitmiş. Google'layıp elde edilen bilgilerle hayat geçmiyor. Oysa özel ya da iş hayatı olsun, hayatın en güzel yanı bilinmez oluşu. Bu da insanın içine büyük bir öğrenme isteği aşılıyor. Aşılaması da gerek. Aksi takdirde ne için yaşıyoruz. O zaman oturalım masamızda, birileri üç günde bir sulasın dursun, arada sırada da güneşten yanmış yapraklarımızı budasınlar.

Bu sessizlik fazlasıyla tehlike arz ediyor. Bir an önce üniversite kuşağının ayılması gerek. Kongrede de ifade ettim; global kriz onlara büyük fırsatlar sunuyor. Krizde yağan meteorlar pek çok paradigmayı alt üst etti. Şimdi sorumlu genç dimağlara aşırı ihtiyaç var ama onlar ortada gözükmüyor ne yazık ki.

Oysa ihtiyaç olan şey, Ali Ağaoğlu'nun da üzerine basa basa söylediği gibi; ARAŞTIRAN, SORUMLU VE İSTİKRARLI BİR GENÇ KUŞAK.

İddia ediyorum, ben buyum diyen ve öyle de olan herkes yarın sabah istediği işi kapar.



Messi... Jordi Savall... Messi...



Bu hafta benim için en sevdiğim şehrin, Barselona'nın haftasıydı.

Önce Lionel Messi Arsenal'e 4 attı. Arsenal'i de pek severim ya, içimin yağları eridi. Küçüklüğünde futbolcu olamayacak kadar çelimsiz olan bu çocuk, hala çok büyümemesine rağmen büyük işler yapıyor. Ilk golü saatte 105 km hızla ceza yayından attı. Son golde Arsenal savunmasına da kalesisine de hakaret etti. Adamlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gitseler, kazanırlar.

Ardından Katalan müziğinin büyük ustası Jordi Savall İstanbul'daydı. Konserinin özelliği de, Savall'ın Osmanlı İmparatorluğu'nda önemli izler bırakmış bir devlet adamı ve tarihçi, Boğdan Bey'i Dimitri Kantemir'in eserlerini icra etmesiydi. Jordi Savall 16. ve 17. yüzyıllarda kullanılan "viola da gamba" adlı bir yaylı adeta çalgıyı konuşturuyor.

Dün akşam sahneye tekrar Messi çıktı ve bu kez Real Madrid'i devirdi. El Classico dünyanın bu güzel şehrinden yana sonuçlandı.

Barselona'yı seviyorum. Doyacak kadar iş bulsam hayatımın herhangi bir döneminde yaşardım. Katalanlar asil insanlar. Mutfağı da, futbolu da, müziği de iyi biliyorlar. Adam gibi yaşama sanatı Barselona'da çok olağan bir şey.

Daha Gaudi'yi saymadım bile:)

Messi için:
http://www.youtube.com/watch?v=DE8Xy0LD2os

Jordi Vardi için:
http://www.youtube.com/watch?v=r3onO9ZG7io&feature=PlayList&p=B9FA83B3A4D664CA&playnext_from=PL&playnext=2&index=1



10 Nisan 2010 Cumartesi

Barbaros Şansal'dan DEEP Talk'ta öğrendiklerimiz.


İkincisini gerçekleştirdiğimiz DEEP Talk hayal ettiğimiz şekilde devam ediyor. Sığlığından bıktığımız dış dünyadan, bir kaçış ve bir derinlik arayışı olan DEEP Talk, istiyoruz ki, derin konuşmalara sahne olsun.

Barbaros Şansal geçen perşembe Project House'daydı ve fazlasıyla hakkını verdi DEEP Talk'un.

Zaman zaman travma yaratan şeyler söyledi. Ama hayat travmasız anlaşılmıyor. Zaten bizim ihtiyacımız olan da bu değil mi? Bu güzel ülkede pek çok illetten başka nasıl kurtulacağız? Derin düşünüp travma yaratan konuşmalar yapmadan zihinsel devrim gerçekleşebilir mi?

Barbaros Bey en keskin sözleri bile ardından gelen sözcüklerle yumuşatabiliyor. Üstelik bunu o keskin sözleri yumuşatmak için yapmıyor, rakının ardından su içer gibi, söylev ritüeline uygun bir şekilde yapıyor.

Barbaros Bey cesur bir insan. Konuşmasının içinden benim çıkardığım özet cümle şu oldu: "Bir işi layıkıyla yapmak istiyorsanız, hiçbir şeyden korkmayın." Bu çok önemli. Çünkü korkular demir bir kafes gibi sarıyor bizi. Hayat da devam etmek zorunda olduğu için, o kafesle beraber hareket ediyoruz her yere.

Hayatta o kafesten kurtularak yaşayanlar ya mutlu oldular, ya da kazandılar. Che Guevara, Sokrat, Mustafa Kemal ya da Hektor, hepsi bu kafesten kurtulmuş insanlardı. Inandıklarını söylediler ve yaptılar. Başkaları için yaşamadılar. Çünkü korkmadılar. Bu dünyada bazı insanlar bunu başarabiliyorsa, cesaret mümkün demektir.

Birisi kalkıp, "sizi şapşala çevirmek için önce dilinizi elinizden alırlar ve maynd ettim, eksept ettim, entır tuşuna bastım gibi laflar ettirirler" diye konuşmalı. Bir başka cesur ayağa kalkıp "arabanın yan camından sarkıp bağırmakla vatan sevilmez" diye haykırmalı. Bir başka cesur "Anneler, babalar! Büyüdüklerinde size bakmaları için değil, güzel bir dünya yaratmaları için çocuk doğurun" demeli.

Cesaret davranışa bürünmeli. Barbaros Bey bunu kendi tarafında fazlasıyla yapıyor. DEEP Talk'a renk kattığı için binlerce teşekkürler.






9 Nisan 2010 Cuma

"The Global Brand" kitabının yazarı Nigel Hollis global markaları anlattı.


Millward Brown'dan değerli arkadaşım Nilüfer Yılmaz'ın davetlisi olarak katıldığım konferansta Nigel Hollis global markaları anlattı. Hollis'in konuşmasının ardından Yardımcı Doçent Dr. Sayın İpek Altınbaşak'ın moderatörlüğünde Türkiye'den global yolculuğa çıkan markaların, bu serüvende karşılacakları markalaşma sorunları konuşuldu.

Katılımcılar arasında Türk Hava Yolları'nın e-ticaret müdürü ve markalaşmadan da sorumlu yöneticisi değerli arkadaşım Yüce Zerey de vardı. Türk Hava Yolları 2006-2009 yılları arasında Art Grup'ta Strateji Planlamasını yaptığım; kişisel lovemark'larımdan biridir.

Hollis ve İpek Hoca'nın eşliğinde Türkiye markasının Türk Hava Yolları'na nasıl yansıdığını konuştuk. 2002-2004 yılları arasında Reklamcılar Derneği'nin yönetiminde Türkiye Markası projesi de çalıştım. Orada yaptığımız klinik çalışmalar da açıkça göstermekteydi ki; Türkiye'nin marka özü (orta kalite 3. dünya ülkesi) Türkiye orijinli pek çok markaya yansımaktaydı. Bunların başında da Türk Hava Yolları geliyordu. Türk Hava Yolları için 2006-2009 yılları arasında yaptığımız işler bu blogda ayrıca var (http://www.hakansenbir.com/2009/03/2007-ylnda-ilk-brifi-aldgmda-turk-hava.html)

Bu çalışmalarda, zirve deneyimini Kevin Costner'ın oynadığı reklamlarla yaşamıştık. "Feel like a star" stratejik konumlamasıyla 3 yıllık emeklerimiz SkyTrax raporlarına da yansıdı ve Türk Hava Yolları algısal süreçte Jasper Kunde'nin "marka cehenmemi" dediği yerden "marka cenneti"ne doğru yol almaya başladı. Üstelik "araf"ı pas geçerek:) Bu dönemde yaptığımız markalama çalışmalarının sonuçlarını MUST modeline göre hazırladığım yandaki grafiğe yansıttım. Bu grafikte y ekseni tüketici odaklı SkyTrax araştırma sonuçlarını, x ekseni de endüstriyel odaklı Airline Business Survey sonuçlarını yansıtmaktadır. 2007 yılından sonraki ilerlemeyi burada iş etiği gereği belirtemem ama Kevin Costner reklamlarıyla Türk Hava Yolları'nın daha da yükseldiğini söyleyebilirim.

Bugünlerde görüyorum ki, Türk Hava Yolları "marka cenneti"nde güçlü bir yer edinmek konusunda ısrarlı. Üstelik Barselona ve Manchester United sponsorlukları "Feel like a star" konumlamasını çok güzel yansıtıyor. Umarım bu konumlama ile de devam eder. Çünkü Nigel Hollis’in “Global Markalar” ile ilgili sunumu bir kez daha gösterdi ki; global markaların en büyük sırrı SÜRDÜRÜLEBİLİR İLETİŞİM.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Kampanya stratejisini ve film senaryosunu yazdığım Pierre Cardin reklamları yayında.


Brif Pierre Cardin Türkiye'nin bir iş teorisi üzerineydi. Pierre Cardin sezon sonlarında yapılan indirimlerle tüketicinin kafasının karıştığı hazır giyim sektörüne bir yenilik getirmekte ve indirimi sezon başında yaparak, gerçek fiyatı sezon boyunca istikrarlı bir şekilde uygulamaktaydı. Bu paralelde hedef kitle olan 20+ erkeklerin "sevdikleri şeylerin sonlarına yetişmekten hoşlanmadıkları" içgörüsü üzerine giderek aşağıdaki filmleri yazdım.

Yönetmen koltuğunda Hakan Yonat vardı. Kala Film'in Hazer Baycan yönetiminde yapımını üstlendiği projede, üç hafta süren ön hazırlık sonucunda, çekimler Olimpiyat Stadı, Maçka Gmall sinema salonu, Pierre Cardin İstinye Park mağazası ve Titanik Otel restoranında üç günlük bir çalışma sonucunda gerçekleştirildi. Görüntü yönetmenliğini Emre Tanyıldız'ın yaptığı filmde, ana oyuncu olarak Macar aktör Csaba Gyori ile çalışıldı. Müzik Alpay Göltekin'e ait. Seslendirme Emrah Civelek tarafından yapıldı. 21 yan oyuncu ve 200'ün üzerinde figurasyonla gerçekleştirilen çekimlerin post-prodüksiyon çalışmaları Mojo Fx tarafından yapıldı. Filmin 52''lik uzun versiyonu, ayrıca medya planında GRP'yi yükseltmek için hazırlanan 24''lik üç kısa versiyonu bulunmakta.

4 Nisan 2010 Pazar

Hep hedeflediğimiz kitle olan şey HALK değil mi? Peki, onu ne kadar iyi anlıyoruz?

“En iyi kale halkın sevgisidir.” Makyavel

“Seyirciyi kazanırsan özgürlüğünü kazanırsın.” Köle tacirinden General Maksimus’a. “Gladyatör” filminden.

Halk, tüm savaşların en kritik unsurudur. Bu nedenle, halkı kazanmak meselesini, başarı etmenlerinin başında tutabiliriz. Halkı kazanmanın en çok gerekli olduğu savaşlar siyasi arenada gerçekleşir. Sadece seçimlerde değil, her zaman siyasetçilerin ana hedefi olmuştur halkı kazanmak. Halk çoğunlukla seyircidir. Orduların savaşlarında da, siyasetçilerin savaşlarında da, popüler sanatçıların savaşlarında da, markaların savaşlarında da halk seyredendir. Bu yüzden onu elde etmek hayati önem taşır.

Hiçbir ordu, hiçbir kurum ya da hiçbir kişi halkı kazanmadan gerçek ve nihai zafere ulaşamaz. Russell Crowe’un esir düşen General Maksimus’u oynadığı Gladyatör filminde de, Maksimus seyirciyi kazanarak zafere ulaşmıştı. Köle tacirinin onun kulaklarına fısıldadığı “Seyirciyi kazanırsan özgürlüğünü kazanırsın,” sözünü ciddiye aldı. Biliyordu ki, seyirci imparatordan da, senato üyelerinden de, arenadaki aslanlardan da daha güçlüydü. Onu kazanması demek, zafere giden yolu açması demekti. Maksimus seyirciye oynadı. Onları önemsediğini gösterdi. Hatta onları imparatordan da, senato üyelerinden de, aslanlardan da fazla önemsediğini gösterdi. O yaralandıkça seyirci de yaralandı, o öldürdükçe seyirci de öldürdü. Bir süre sonra seyiciler ve Maksimus tek vücut olmuştu. Artık titreme sırası imparatordaydı.

Makyavel de halkı seyirci gibi görür. Ona göre, halkı mutlu etmek gerekir, çünkü bir tiyatro sanatçısının seyircinin sevgisine ihtiyacı olması gibi, hükümdarın da her zaman halkın sevgisine ihtiyacı vardır. Makyavel ve onun ardılı olarak gördüğüm Gustave Le Bon halkın psikolojisi konusunda birbirine çok benzeyen düşüncelere sahiptir. Makyavel’den etkilendiği belli olan Le Bon, “Kitleler Psikolojisi” adlı kitabında Makyavel’in tiyatro benzetmesine paralel olarak şunları söyler: “Kitleler yalnız hayalleriyle düşünebildiklerinden yine yalnız hayalleri aracılığıyla etki altında bulundurulabilirler. Yalnız hayaller onları korkutur veya kendine çeker ve onların fiilleri üzerinde etkili olur. Bu sebepledir ki, hayali en açık şekilde canlandıran tiyatro temsilleri kalabalıklar üzerinde büyük bir etki meydana getirir. Bir zamanlar Roma’nın avam tabakası için, ideal saadet ekmek ve tiyatrolar, her çeşit seyir konuları idi. Aradan pek çok dönem geçmesine rağmen böyle bir idealde pek az değişiklik olmuştur.” Gustave Le Bon açıkça, halkın gerçek olmayana gerçeklerden daha fazla rağbet ettiğini söylemektedir: “Kitleler hiçbir zaman gerçeğe susamamıştır. Onları hayallere çekmesini bilenler onlara hakim; hülyalarını ortadan kaldıranlar da onların kurbanı olurlar.”

Makyavel’e göre halkı mutlu etmek, zenginleri mutlu etmekten daha kolaydır, çünkü halk zenginlerden daha anlayışlıdır. Bir hükümdar seçkinleri korurken, asla halkın nefretini kendisine çekmemelidir. Halkın tek isteği ezilmemektir. Mallarına ve onurlarına dokunulmadığı sürece onlar mutludur. Akıllı bir hükümdar, seçkinleri korurken, halkının minimum ihtiyaçlarını her zaman sağlamalı ama aynı zamanda onları kendisine muhtaç bırakmalıdır. Çünkü bu davranış halkın bağlılığını sağlar. Makyavel halkın sevgisini öylesine önemser ki, halkı tarafından sevilen (hatta ona göre nefret edilmemesi bile yeterlidir) bir hükümdara saldırmanın neredeyse imkânsız olduğuna inanır.

Ordular, savaşta kendi halklarını ya da düşman halkı kazanmak için din, ırk, para gibi unsurları kullanırlar. Siyasetçilerin ve popüler sanatçıların en fazla kullandıkları silah ise halktan biri olduklarını göstermek ve rakibin saldırılarında mağdur rolüne bürünmektir. Çünkü, ileride ayrıca değineceğimiz “mağdurun gücü”, halk üzerinde en etkili silahtır.

Markalar da aralarındaki savaşta halkı yanlarına almak zorundadır. Pek çok sponsorluk ve kurumsal sosyal sorumluluk kampanyası bu nedenle gerçekleştirilir. Kurumların ve markaların halktan bir parça olduklarını göstermesi, halkın düşündüklerini açığa vurması, kitleler üzerinde çoğunlukla olumlu etki yapar.

Ancak halk üzerine düşünürken ya da strateji belirlerken, onların kitlelerin psikolojisine göre hareket ettiğini unutmamak gerekir. Gustave Le Bon buna “Kalabalıkların Ruhu” demektedir: “Kitleyi meydana getiren bireyler kimler olursa olsun; yaşama biçimleri, işgüçleri, karakterleri yahut zekâları ister benzer ister ayrı olsun, kalabalık haline gelmiş olmaları onlara bir nevi kollektif ruh aşılar.” Le Bon’un söylediklerine en güzel örnek stadyumlardaki tribünlerdir. Tribünleri, içerdikleri kitleleri segmente ederek çözmeye çalışmanın hiçbir anlamı yoktur. Çünkü aynı tribündeki bir doktorla bir kunduracı ya da bir liberalle sosyal demokrat aynı kollektif ruhla hareket eder.

Halk üzerine strateji geliştirmek için “Kalabalıkların Ruhu”nu iyi anlamak gerekir. Unutmamalı ki, kitleler halinde hareket eden kişilerde bilinçli kişilik tamemen kaybolmuştur ve bilinçaltıyla hareket eden bir kişinin hakimiyeti söz konusudur. Bu da kitleye bağlı olan bireylerin ilkel insana yaklaştığı gerçeğini ifade eder. Le Bon, kitlelerin zekâ olarak, münferit insanlardan daha aşağıda olduğunu söyler. Aslında Makyavel de kitleleri kazanmanın kolaylığını vurgularken -açık açık söylememekle beraber- halkın zekâsını küçümsemektedir.

Yine Gustave Le Bon, halkın tahriklere açık ve değişken psikolojisine şöyle vurgu yapmaktadır: “Kitleleri telkin altına alabilen kışkırtmalar çeşitli ve onlar da her zaman bu tahriklere bağlı olduklarından, durumları son derece kararsızdır. En kanlı vahşilikten en mutlak mertliğe yahut kahramanlığa bir an içinde geçtikleri görülür. Kitleler kolaylıkla cellat, fakat aynı zamanda aynı kolaylıkla yüksek bir dava uğruna şehit olabilirler.” Bu sözlerde hakikat payı vardır. Yoksa bir şehri Allah adına almak için kuşatanların, şehir düşünce acımasızca yağmalaması nasıl açıklanabilir? Aslında Le Bon bunu da açıklar: “Tek başına olan bir adam bir sarayı ateşe veremeyeceğini, bir mağazayı yağmalayamayacağını bilir ve böyle bir şeye girişmek hemen hemen hiç aklına gelmez. Fakat bir kitleye bağlı olunca, çokluğun kendisine verdiği gücü anlar, cinayet yahut yağma için aldığı ilk telkine derhal kendisini teslim eder.”

Öte yandan halk üzerine strateji geliştiren kişi bilmelidir ki, kitlelerin sorumluluk duygusu yoktur. Gustave Le Bon’a göre bu durum kitlelerin bireyler gibi ceza görmekten korkmamalarından kaynaklanır. Kitlelerden sorumlu davranışlar beklemek, hayal kurmaktan başka bir şey değildir.

Gustave Le Bon’un stratejistlere en önemli tavsiyesi, iyi hatip olmaları gerektiğidir: “Kitleler ancak şişirilmiş ve aşırı duygulardan etkilendiklerinden, onları etkilemek ve elde etmek isteyen hatibin, şiddetli iddialar, ateşli ifadeler sarf etmesi gerekir. Abartılı konuşmak, tekrar tekrar iddia etmek ve hiçbir şeyi akılcı bir yargılama yoluyla ispatlamaya kalkışmamak...” Le Bon’un sözleriyle Makyavel’in yorumları birebir tutmaktadır. Hatta Makyavel, halka yalan söylenebileceğini ve verilen sözlerin tutulmasının zorunlu olmadığını, asıl meselenin iktidarı elde tutmak olduğunu söyleyerek daha da ileri gider. Ancak halka hitap etme şeklindeki basitliğe yaptığı vurguyla Gustave Le Bon, Makyavel’den daha acımasızdır: “Dinleyenler üzerinde büyük etki yapmış bazı konuşmaların metninde görülen zayıflık insanı şaşırtır. Fakat unutulur ki, bu nutuklar filozoflar tarafından okunmak için değil, kalabalıkları hareketlendirmek için, onları sürüklemek için hazırlanmıştır.” Gustave Le Bon halka seslenirken en basit dilde konuşulması gerektiğini, kitlelerin ancak bundan anladığını ifade etmektedir. Doğrudur, Kafka’nın babasına yazdığı mektuplar, halk üzerinde hiçbir etki yaratmayabilirdi.

Gustave Le Bon’a göre, kitleleri inandırmak için akılcı yargılamalara da gerek yoktur. Çünkü akli mantık kanunları kitleler üzerinde etkili değildir: “Kitleleri inandırmak için önce besledikleri duyguları anlamak, bu duygulara katılır görünmek, sonra da ilkel bir çağrışım ile, telkin edici bazı hayaller aracılığıyla bu duyguları değiştirmeye girişmek, icabında geri dönmeyi bilmek ve özellikle uyandırılan duyguları her zaman sezmek gerekir.”

Yine Gustave Le Bon, halka karşı her zaman güçlü olmanın önemini vurgular: “Zayıf bir hükümete karşı ayaklanmaya her zaman hazır olan kitle, güçlü bir hükümet karşısında esir gibidir.” Dolayısıyla kitleler esaretten anarşiye, anarşiden esarete geçmeye müsait organizmalardır. Ancak Le Bon’un ifade etmek istediği şey, bu geçişte kitlelerin kararının değil, yöneticilerin tutumlarının belirleyici olduğudur.

Gustave Le Bon kitabında halkla iletişim meselesine dair de önemli ipuçları vermektedir. Ona göre bir fikrin kitleler tarafından kabulü ancak bilinçaltına nüfuz ettiği sürece mümkündür. Üstelik Le Bon, bunu yapmak için söz konusu fikrin ispatının da önemli olmadığını ifade eder: “Düşünce sonuçta kitlelerin ruhuna nüfuz edince karşı konulmaz bir güç kazanır ve bir dizi sonuç meydana getirir. Fransız devrimine gelip dayanan felsefi düşüncelerin, halkın ruhuna işleyebilmesi için aradan uzun bir zamanın geçmesi gerekmişti. Halk ruhuna bir defa yerleştikten sonra bu düşüncelerin nasıl bir kudret taşıdığı bilinmektedir. (...) Kitlelerin ruhuna yerleşmek için düşünceler uzun zamana ihtiyaç duydukları gibi bu ruhtan çıkmak için de daha az bir zamana ihtiyaç duymazlar. Kitleler düşünce bakımından bilimadamlarına ve filozoflara göre işte bu yüzden kuşaklarca geridedirler.”


* Mücadele eden herkes için strateji. Okuyanus Yayınları. Hakan Senbir